18 Aralık 2018 Salı

Umut Veren Yazı Dizisi - 2



Merhabalar. Geçen hafta başladığımız söyleşimize bu hafta devam ediyorum, iyi okumalar.


Nihan ATLAN: Tanı kalktıktan sonra bu konu hakkında resmi kuruluşlarda sorun yaşadın mı? (Çoğu aile, rapor karşımıza çıkar diyerek rapor almak istemiyor. Senin karşına çıktı mı bunu öğrenmek istiyorum.)

Cevap: Tanı kalktıktan sonra hiçbir resmi kuruluşlarda sorun yaşamadım. Rapor hiçbir şekilde karşıma çıkmadı. Aileler rapor çıkma sürecinde gerekli kurum ve kişilere doğru bilgilendirilme yapılmadığı için endişe yaşayabiliyorlar. Bunun sonucunda askerlik, üniversite, iş bulma, evlilik gibi durumlarda bu raporun karşılarına çıkacakları korkusunu yaşıyorlar. Bu nedenle bazı aileler rapor almak yerine özel ders ücreti ile kurum ve kişilerden ders alarak bu süreci tamamlamaya çalışabiliyorlar; ama en çok korktukları damga yemek. Çünkü rapor sonucu okula bildirilmektedir. Bu durumda başta sınıf öğretmeni ve sınıf arkadaşları olmak üzere herkesin bakış açısı değişebilmektedir. Örnek üzerinden gidersek: Askerlik çağım geldi diyelim ve askerliğimi yapmıyorum. Dolayısıyla kaçak gözüküyorum devletin kurumlarında; ama askerliğimi yaparsam kaçak durumum ortadan kalkacak değil mi?
Bu süreç bittiği zaman o rapor hiçbir yerde, hiçbir kurumda karşınıza çıkmıyor. Zaten bir yıllığına alınan bir rapor süresi bittiği zaman bir yerde karşınıza çıkması imkânsız. Raporun süresi var. Her yıl o raporu rehberlik merkezi de uygun ve gerek gördüğü sürece yeniler. Telaş edilebilecek, endişe duyulabilecek bir şey değil. Daha ekonomik düşünmek gerekirse; özel ders ücreti vermek yerine bu rapor alınabilir. Sonuçta devlet böyle bir imkân sağlamış. Dolayısıyla özel derse verdiğiniz ücreti çocuğunuzun başka ihtiyaçlarına, yapacağı aktiviteleri göz önünde bulundurarak harcama yapılabilir.
Ne oluyorsa imkansızlıktan oluyor. İmkân olduğu sürece önünde engel olmuyor ve bir şeyler yapılabiliyor. Ben özel ders almadım raporluydum. Evet damgalıydım! Herkes biliyordu raporlu olduğumu; ama ailem yanımdaydı. Kurumdaki hocam yanımdaydı. O yüzden bir şeylere göğüs gelebiliyordum. Yalnız olmamam için elinden geleni gösteren bir ailem ve kurumdaki hocam vardı. Siz aileler ve kurumda çalışan öğretmenler çocuklara elinizden gelen gayreti çabayı gösterdiğiniz sürece o çocuk da buna kayıtsız kalamıyor, bir şeyler yapmaya çalıyor az çok bir önemi yok. O çocuğun çabasını gördüğünüz zaman mutlu olmuyor musunuz, sevinmiyor musunuz? İşte bu sevgiyi, mutluluğu paylaşın çocuklarınızla. Paylaşmaktan ziyade hissettirin. His olmadığı zaman hiçbir şey olmuyor inanın. Bu söylediklerimi yapmıyorsunuzdur demiyorum; sadece başımdan geçenleri anlatıyorum ve önerilerim bunlar.

Nihan ATLAN: Şimdi nasıl bir hayatın var?

Cevap: Hem koştum hem de kendi koşuşumu izledim. Bu süre içerisinde önceki ve sonraki yaşadıklarımı gözden geçirdim defalarca. Geldiğim, geleceğim, gördüğüm, göreceğim, duyduklarım, duyacaklarım, yaşadıklarım, yaşayacaklarım... Her şeyden ötürü memnunum. Yine olsa inanın yine o duyguları yaşamak isterdim! Bir gün bile susacak hikayelerim olsun istemedim çünkü. İsteyince neler olabileceğini tekrar göstermek isterdim. Bir şeyler için geç kaldım, ama o arayı kısa sürede kapattım.  Kendime yardımcı olduğum için, daha da olacağım için vicdanım rahat. Sevdiğim işi yaptığım sürece, sevdiklerim yanımda bulunduğu sürece keyif almanın tadını çıkardım. Her şey çok kıymetli. Özellikle zaman geçtikçe o kıymet daha da önemli oluyor. Bir şey yaşanacaksa yaşanır, olacaksa olur. Kabullenip mücadelemi verdim. Hedefi için gayret sarf etmeyen, emek vermeyen insanın hayatı nasıl olabilir diyerek başladı. Emeğimi de verdim, gayretimi de gösterdim. Bunun mutluluğunu yaşıyorum. Şimdi, kendim için hayat ve zaman çok güzel diyemiyorum. Bu biraz göreceli bir durum. Şunu söyleyebilirim ki kendimi iyi hissediyorum. 

Nihan ATLAN: Ailelere önermek istediğin konular var mı?

Cevap: Ailelere önerim; Prof. Dr. Yankı Yazgan çocuk, ergen ve erişkin psikiyatristi kendisi. Mutlaka takipçileri olmalarını isterim. İnternet ortamında, kişisel bloğunda röportajları var. İzlemekte fayda var ve birçok sayıda kitabı var. Okumalarını öneririm. Bütün kitapları birbirinden eşsiz. Bu yüzden önereceğim bir kitabı yok. Hepsi çok güzel. Okuyacağınız zaman ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Ben birkaç yıldır kendisini yakından takip ediyorum. Hem ailelere hem çocuklara, gençlere faydası katkısı olacaktır.
Anne ve babalar kendi yapamadıkları her şeyi çocuklarına yüklemeye çalışıyorlar. Çocuklar da özgür yaşayamıyor. Kendimize dışarıdan bakmalıyız. Yaptığımız şeyleri fark ettikçe davranışlarımızı törpüleyebiliriz. Çocuklara güvenmek, özgür olmalarını sağlamak, kendilerine dışardan bakabilmelerine yol açmak gerekiyor. Bir insanı sürekli denetlemek imkânsız. Her çocuk sözünü korkmadan söyleyebilmeyi öğrenmeli. Çocuklarla sakil bir ilişki kurulmamalı. O zaman da topluma faydalı insan yetişmiyor. Çocuklar insan ilişkilerinde sevgiyi bilmek zorundalar. Dünyada tek önemli olan şey sevgidir. Gittikçe yok olsa da...
Kendi eksikliklerimizle hiç ilgilenmiyoruz. Aslında bu bir Türk yapısı ve biz başkasının derdini kendi derdimiz ediniriz. Bu benim için gurur verici; ama bu, bize kendimizi unutturuyor. Zaman zaman karşı tarafın en ufak bir kusuru göze batıyor kendi kusurumuz yokmuş gibi!
Konumuza dönersek; evlat doğuran bir kadından mutluluk esirgenmemeli. Bu evladın annesine, ailesine olan minnet borcudur. Bireyler genellikle kendilerini özel görürler; kendileri gibi çocuklarını da özel görmek isterler. Burada ince bir çizgi var. Herkes kendini özel olarak görmek ister; ama kimse özel olup olmadığını anlayamaz. Gözlemliyorum çocukları olan aileler çocuğu hasta olduğunda doktora götürdüğü zaman ailenin doktora verdiği cevap şu oluyor: ‘’Benim çocuğum hasta oldu, nasıl olur, salgın mı var?’’ Salgın yok. Çocuğun hasta oldu. Benim çocuğum nasıl hasta olur? Ailenin bakışı bu. Benim çocuğum bunu biliyor, şunu yapıyor çok zeki! Hayır zeki değil; yeni jenerasyonun türevi, bu algılar açık. En ufak bir şeyi hemen kurcalayıp çözebiliyorlar.
Konumuza dönersek; bu özelliklerin içinde beklentilerini yüksek tutan anne ve baba, çocuğuna oluşturduğu kimliğin farkında değildir. Daha çok görevmiş gibi düşünülür. Ne zaman o çocuk ailenin isteklerinin beklentilerinin dışında yer alır, o zaman aile için bir hayal kırıklığı söz konusudur. Otorite devreye girer. Kimi zaman otorite yanlış bilinir. Çünkü otorite görünen güç değil görünmeyen güçtür. Görünmeyenle karşı karşıyasınızdır. Kabullenmek ile ilgili bir sorunumuz olduğu milletçe ortada ve açık. Halbuki kabullenip usul usul yaşayamıyoruz o güzelliğin, mutluluğun içinde. Kimlik bunalımı burada ortaya çıkıyor ve bu bir toplumsal sorun! Toplumu kendimize örnek almak yerine topluma kanalize olup o renk çemberinin içine girmeliyiz. Halbuki bunun içinde yanlış olanlar olduğu gibi doğru olanlar da var. Atasözü ile; yanlış yolda yürümek, doğru yolda beklemekten iyidir. Bir şeyler doğru olacak diye doğru yolda yürüyemeyiz. Yanlış yolda doğrularla karşılaşabiliriz. Hayat yanlışıyla doğrusuyla güzel. Hayat bitti dediğimiz zaman bol sürprizlerle tekrar başlıyor. Roman yazarı Eleanor H. Porter’ı örnek gösterebilirim burada. En büyük olumsuzluklardan mutluluklar çıkaran Pollyanna... Şimdi Anne mi kutsal yoksa bir avuç toprak mı? Kutsal nedir: Övgüye değer olan saygıyı hak eden. Ekmek, bakıldığında bir buğday tanesi. Buğday, başak artığı. Başak topraktır. Toprağın üzerine basabiliyorsun; ama ekmeğin üzerine basamıyorsun. Çünkü seni yetiştiren ahlak, yerde ekmek gördüğünde öpüp başına koyup o ekmeği yükseğe koymayı öğretiyor. Sana kutsalı belirtiyor. Anne, aile bence de kutsal. Sevdikleriniz olduğu için kutsal. Bu kutsalı her evlada gerekse kendi çocuğundan ayırt etmeksizin öğretmek bireyin milletine, kendine, vatanına borcudur. Günümüzde çocuk yapmak için evlenen insanlar görüyoruz ve daha evlenmeden çocuk tasarlayan insanlara şahitlik ediyoruz. Moda tasarımı gibi biraz bu. Çiziyoruz, biçiyoruz, boyuyoruz oldu bitti gibi. Önceliklerimizi belirleyelim çocuk olduktan sonra ve olmadan önce. Kendi içimizde bile sevdiğin kadın ya da adam iken dünyaya getirdiğin çocuk oluyor. Öncelik ve ihmalkarlık başlıyor. Bir tarafa gösterdiğin sevgiyle diğer tarafı ihmal edebiliyorsun. Halbuki bir tarafımız hep sevgiye aç. Önemli olan aynı eş değerde aileye o sevgiyi verebilmenin bilincinde olmaktır. Mutluluktan sevgiye dair hayatın içinde ayrı bir dünya kurmak isteyen insanlar mutluluğun sadece çocukta olduğunu düşünürlerken bir yandan da adım adım geleceği hesaplıyorlar. Durun söyleyeyim: Öyle bir geleceğin gelip gelmeyeceğini bilmiyoruz, öyle bir geleceğin olup olmadığını bilmiyoruz. Elbette bir adım önümüzü düşünmek olağandır; ama geleceğe yönelik uzun vadeli planlar her zaman yanılgıdan ibarettir.
Evlilikler ve ikili ilişkiler de cinsellik dışında düşünülmesi gerekenler; ilişkilere şöyle bakılmalı diye düşünerek evlilikler de ihtiyaç olan gereksinimler bu hayatın altını neyle beslediğin çok önemlidir. Huzurla mı, sevgiyle mi, mutlulukla mı? O yuvaya hizmet ederek mi? İkili ilişkilerin birbirlerine katkıda bulunması gerektiğini düşünürüm. Katkı burada büyük bir faktör. Yeni bir bilgiye ulaştığımızda, araştırdığımızda, öğrendiğimizde ya da karşımızdaki insanın bizimle paylaştığı bilgiler bile bize mutluluk veriyor. Çünkü katkı var işin içinde. Bu soruların cevapları sizlerde. Sevgi, başımıza ne gelirse gelsin onu sevmek olarak biliriz. Aslında sevgi, karşımızdaki ne olursa olsun onu sevmek oluyor. Karşınızdaki ne olursa olsun onu sevmek bir parça da olsa haysiyettir. En iğrenç ve itici insana bile sevgi gösterdiğimiz zaman bile bir çiçek gibi açılır.
Engelleri kaldır, hayatı paylaşmak için engel yok. Yeter ki kalbini engelleme. Bir insanı sevmek, inanmak kadar mükemmel bir şey olamaz. İnsan kendini sağlıklı hissettiği sürece sağlıklıdır. Kendini iyi hissettiği sürece iyidir. Bunları yazmamın bir nedeni var. Bu neden, baktığınız yere yardımcı olmaktır. İlgimizi, sevgimizi, gayretimizi elimizde olduğu kadarını verebilmek için, bir adım daha ileri gidebilmek ve o adımı görebilmek için isteyince neler olabileceğini görmek, göstermek için... Sevmeyi öğreterek sevilmeyi öğreterek…
Annem hep şunu söylerdi: ‘’Aza kanaat edemeyen çoğa hiç kanaat edemez.’’ Elimizdeki ya da karşımızdaki ne olursa olsun onu şekillendirmek, katkıda bulunmak bizlerin elinde. Kaderci mi olmalıyız? Her şeyi olduğu gibi kadere bırakamayız. Sen yapmazsan, o yapmazsa kim yapabilir ki? Sorunsuz bir çocuk düşünüyorum şu an. Sorunsuz! Mümkün mü sizce? Sorunsuz bir çocukla karşı karşıya kalsam aileye tavsiyem pedagoga götürmeleri olurdu. Çocuk bu! Kıracak, dökecek, huysuzluk edecek. Çevresini rahatsız edecek kimi zaman yetişkin insanın yaptığı gibi. En büyük sorun sorunsuz olmaktır. Bir insan, ben sorunsuzum diyorsa emin olun ki en büyük sorunla karşı karşıyadır. Sorunlarımız var, dertlerimiz var elbette ama bunları gidermenin yolu karşınızdaki insanlar; ya da birini tanıyayım, çırpınayım, elimden tutsun, sorunlarımızı çözsün düşüncesi bencilliktir. Derdimiz olduğu gibi dermanı olacak kişi de bizleriz. Belirli bir konuyu tartışmak istemedim aksine birçok meseleyi ele almak istedim. Giriş, gelişme, sonuç bol gişeli filmlerde olur. Girişi yapmış bulundum. Geliştirmeyi ve sonuca ulaştırmayı sizlere bırakıyorum. Sevgilerle.

Nihan ATLAN: Çocuklarımıza önermek istediklerin var mı?

Cevap: Milli şuur kavramı bilinmeli: Ulusal bilinç! Bilincin olmadığı yerde millet yoktur. Milli şuur, bir insanın kendini duyması ve bilmesidir. Saygı, sevgi, duygu, düşünme bu saydıklarımın tamamını kapsar. Lisan çok önemlidir. Bunda güçlük çekebilirler ya da çekmeyebilirler; ama anlayabilirler. Bunu çok iyi biliyorum. Bilmediğim ama anladığım o kadar çok şey var ki! Belki de mücadele etmeme sebep olan şeylerden bir tanesi de bu. Her ne olursa olsun kendinden başka kimse yardımcı olamaz. İnsanın kendine yetememesi kadar kötü bir şey yoktur. Azı çoğu yok, kendine yeteceksin! Kendini başkasıyla karşılaştırmaktan ziyade kendini başkasından farklı görmek daha iyi hissettirir insana. Farkındalık dediğimiz şey de budur. Herkesin anlayışı, duyusu, algısı, tepkisi, kendini ifade etme biçimi farklıdır. Ben hep şöyle düşünürüm: Benim bir kapasitem var ve kapasitemin dışında şeyler yaptığım zaman anlayamıyorum ve beynim çok yoruluyor. Her şeyi anlayamıyorum ve her şeyi anlamaya çalıştığım zaman bedenim farklı tepkiler veriyor. Fazlasıyla anlam aradığımız, anlam yüklediğiniz her şey aslında anlamsız! Bu konuda bir eksiklik hissedilmemeli, gayet normal. Beş parmağın beşi bir olmadığı gibi...
Bol bol roman okumanızı öneriyorum. Neden derseniz okumak zaten beynimizdeki ufku açar. Kaldı ki roman okumanızı istememin sebebi hayal gücünüzü, vizyonunuzu genişletmeye yardımcı olacak olması. Romanlara iki damardan bakılabilir: Beni sürükleyen ilginç bir serüven, akıllıca bir kurguya oluşturulmuş hikâye. Jules Verne, Arthur Conan Doyle gibi yazalar. Okuduğunuz zaman serüvenler içinde savrulup gidersiniz. Bize bir anlamda ilk romanı armağan eden kişi ise Cervantes’tir. Beni en çok etkileyen iki yazarlardan bahsetmek istiyorum (William Shakespeare ve Dostoyevski’den): Shakespeare bir oyun yazarıdır; ama bence gelmiş geçmiş en büyük edebiyatçılardan biridir. Belki de aşılmamış tek yazardır. Hayatı kavrayışı inanılmazdır. Romeo ve Juliet’in klişe olduğunu düşünmeme sebep olmuştu. Bana kalırsa çok da başarılı bir eser değildir; ama bunun yanında Hamlet, Othello, Kral Lear, III. Richard, Macbeth… Her biri varoluş meselesini en ince detaylarına kadar kesin yargılarla değil nitelikli sorularla tartışmaya açan büyük eserlerdir. Benim için Shakespeare’den sonra gelen en büyük yazarlardan biri de Dostoyevski’dir. Tolstoy’la karşılaştırdığımızda dili daha özensizdir; ama inanılmaz bir tutku ve cesaretle kendi ruhuna bakabilmeyi başarmıştır. Bana göre roman, hikâye olduğu kadar karakter de demektir. Bir okur karakterlerde kendini bulabiliyorsa roman başarılıdır. Karakter yaratamamışsanız bütün bunların pek bir önemi kalmaz. Romancıların işi insan ruhunu anlamak ve anlatmaktır. İnsan ruhu maskelerle gizlenir. Roman, insanın kendisini değiştirme çabası için önemli bir araçtır. İşte bu yüzden roman şart!
Çağımızın sorunlarından biri de hareketsizliktir. Bol bol hareket etmekte fayda var. Hareketsiz olan her şey gözümüzü yorar. Dinç ve enerjik olmanın yolu harekettir.  Olabildiğince doğadan faydalanın. Doğa bize değil biz doğaya aitiz. Bir memleketin insanın iyi olup olmadığını doğasından anlayabilirsiniz. Eğer toprağı canlı, ağaçları verimli ise insanları da iyidir.
Açık konuşmak gerekirse çok şanlısınız arkadaşlar! Neden diye sorarsanız: Ben Türkçeyi, matematiği, edebiyatı, biyolojiyi, kimyayı, iş eğitimini vs. gibi dersleri ilkokulda değil rehabilitasyon merkezinde öğrendim. Öğrenilebilecek en güzel yerde yani. Çünkü birebir özel ders görüyordum. O zamanlar dikkat eksikliğim olduğu için ilkokulda sınıf yeterince kalabalıktı ve ister istemez dikkatim dağılıyordu. Ama birebir özel ders daha sağlıklı ve anlamadığın zaman hocanın sana anlayana kadar anlatması mükemmel bir şey oluyor. İstesen de istemesen de anlıyorsun birden fazla tekrar olduğu için. Bu söylediğimi lütfen dikkate alın ve kendinizi şanslı sayın böyle bir zenginliğin içinde olduğunuz için!
Hem biliyor musunuz tekrar gitmek isterdim. Beni yetiştiren, eğitim veren Atilla Hoca'm aynı zamanda öz abim gibiydi. Sadece ders çalışmazdık. Bazen okuldan kaçar gibi aramızda anlaşır, kurumun haberi olmadan dışarda oturur, yer içer sohbetin dibine vururduk! İki arkadaş gibi, dost gibi birbirimize güvenirdik. Sırlarımız bile vardı. Kurumun içinde bizi konuşan hocalar olurdu. Çünkü öğrenci ve öğretmen uyumluluğu vardı. Birbirimizi dinler aynı zamanda birbirimize sözümüz geçerdi. Tartıştığımız zamanlar olurdu. O zaman kızar kuruma, rehabilitasyon merkezine gitmezdim. Hiç üşenmez gelir beni zorla evimden alırdı. Eğitimcilik ruhu vardı Atilla Hoca'mda. Aramızdaki bağ çok kuvvetliydi. Ona her defasında şunu dedirttim: ‘’Benim en iyi öğrencim bugüne kadar sen oldun Ali Cavit, gün gelecek ayrılacağız ama birbirimizi arayıp görüşeceğiz.’’ O gün bugündür birbirimizi hep aradık ve görüştük.
Durum bundan ibaret. Renk tonajları, önemli renkler insanın ruhunu yansıtır. Sevdiğiniz renklerden yola çıkın. Siyah ile kahverengi bir araya gelir ama hangi tonda. Bir resim gördüğüm zaman bakar bakar düşünürüm. Kafamı çok kurcalar. Mesela sonuca vardığım zaman kendimi iyi hissettirirdi. Acaba bundan nasıl bir hikâye çıkarabilirim. Bir fotoğraf karesi hepimizi düşündürebiliyor. Bunun sebebi anlatma biçimidir. Herkes kendini farklı şekilde anlatabiliyor. Kimisi konuşarak, kimisi çizerek, kimisi beden dili ile, kimisi susarak, kimisi yazarak… Seçim sizin. Kendinizi hangi biçimde anlatmak istersiniz.

Nihan ATLAN: Öğretmenlere önermek istediklerin var mı?

Cevap: Öğretmenler öğrencilerinin istek ve ihtiyaçlarına daha çok önem vermelidirler. Öğrencilerine karşı daha sabırlı ve destekleyici olmalılar. Öğrenci aileleriyle sık sık görüşmeliler ve doğru yol göstermelidirler. Sürekli dersin dışında öğrencilerin sosyal ve kişilik gelişimlerine yardımcı olmalılar; ama en önemlisi öğrencilerine hep güvenmeliler!

Nihan ATLAN: Okul yönetimlerine önermek istediğin noktalar var mı?

Cevap: Okul idareleri öğretmenlerin akademik gelişimlerine hız verecek seminer ve kurslara katılımını kolaylaştırmalı, materyal konusunda onlara maddi konuda destek olmalı, onları mutlu edebilecek bir kurum ortamı sağlamalı ve isteklerini dinleyebilmeliler.

...

Değerli arkadaşıma bu güzel ve içten cevapları için çok teşekkür ediyorum. Haftaya, bu söyleşiden ne öğrendiğim hakkında birkaç notum olacak. Haftaya görüşmek üzere.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder